DiYALEKTiK MATERYALİZM

MARKSÇI-LENİNCİ PARTİ’NİN EĞİTİM NOTLARI

DiYALEKTiK MATERYALİZM

Marksçı-Leninci Eğitim Notları

Düzenleyen: Hikmet BALKAN

Tarih boyunca ezen, ezilen mücadelesi sosyo-ekonomik biçimlenmelerin yapısal özgünlüğünde biçim alırken, günümüz kapitalist toplumunda emek sermaye karşıtlığı devrimci sınıf proletaryanın bağımsız olarak yönünü seçebilmesi ve çeşitli akımlar arasında yolunu bulabilmesi, bilimsel dünya görüşüyle donanmasıyla yakından ilgili.

İşçi sınıfının bilimsel dünya görüşünün temel yöntemi Diyalektik Materyalizmdir. Bu bilimin doğaya yaklaşımı, onları inceleme ve anlama yöntemi diyalektik, yorumlayışı, olayları kavrayışı ve teorisi materyalist olduğundan bu adla anılmıştır.

Diyalektik Materyalizm’in ilkeleri toplum yaşamının incelenmesinde de kullanılır. Bu ilkeleri toplum yaşamındaki olaylara, toplum ve toplum tarihi üzerindeki çalışmalara uygulanması ise Tarihsel  Materyalizm olarak adlandırılır…

1927 yılında Moskova Üniversitesi’nde devrimci militanların eğitiminde modern dünya görüşlerinin kavranmasına yönelik dersler verilir. Dünyanın değişik ülkelerinden birçok kişi bu derslere katılır. Örgül alanda ilk kez felsefe derslerinin başarıldığı bu dönemin notları günümüze kadar ulaşmıştır. Özünü değiştirmeden ama kimi yerleri güncelleyerek, sınıfın dünya görüşünün kavranmasında başlangıç olabileceği düşüncesiyle birkaç bölüm halinde bu ders notlarını gazetemiz sayfalarında yayımlıyoruz.

DİYALEKTİK -1-

Diyalektiğin binlerce yıllık bir hikayesi vardır ve çeşitli gelişme evrelerinden geçmiştir...  Bu evreleri dört ana başlıkta toplayabiliriz.

1 . Herakleitos'la zirveye ulaşan antik Yunan doğa filozoflarının diyalektiği;

2 . Diyalektiğin sonraki, daha yüksek evresi olan Platon ile Aristoteles'in diyalektiği;

3. Hegel diyalektiği ve

4. Materyalist diyalektik.

Diyalektik bir gelişmenin ne olduğunu ileride göreceğiz. Herakleitos –diyalektiğin ilk evresi- ardışıklığın diyalektiğini geliştirdi.

Platon ile Aristoteles -ikinci evre- yan yanalığın diyalektiğini geliştirdiler. Bu diyalektik ilk evrenin diyalektiğine zıttır. Onun olumsuzlanmasıdır.

Hegel önceki iki gelişme aşamasını birleştirir ve bir üst aşamaya yükseltir. Yan yanalığın ve ardışıklığın diyalektiğini geliştirir, ama bunu idealist bir şekilde yapar, yani tarihsel-idealist bir diyalektik geliştirir.

Antik Çağın diyalektiği sınırlıydı. Antik Yunan'ın üretim biçimi ve sınıf ilişkileri, özellikle de köle ekonomisi ve köle ekonomisinin yol açtığı toplumsal ilişkiler.

Ancak, materyalist diyalektik bu engelleri tamamen yıkar. Sınırlı bir diyalektik değil, evrenselleşmiş bir diyalektiktir.

Bu evrensel diyalektiğin altında yatan üretim ilişkileri ve sınıf ilişkilerinin bağlamını burada kısaca açıklamak gerek. Materyalist diyalektik, işçi sınıfının perspektifinden, özellikle de proletarya devriminin perspektifinden bakan düşünürlerce geliştirildi. Bu perspektif sınıfların ortadan kaldırılmasını, bunun sonucunda da sınıflı toplumun ortadan kaldırılmasını gerektirir. Sınıfların ve sınıflı toplumun ortadan kaldırılmasıyla toplumsal gelişmenin ve genel olarak gelişme fikrinin önündeki son engel yok olur. Gerek Platon gerek Aristoteles için, hatta Hegel için sınıflı toplum gelişmeyle aşılabilecek bir şey değildir. Platon ile Aristoteles'te köle ekonomisi son ve mutlak sınırdı; Hegel'de ise burjuva toplumu aynı işi görüyordu. Ama diyalektik materyalizme göre, ya da işçi sınıfının bakış açısına göre sınıflı toplum ne sondur ne de toplumsal gelişmenin mutlak sınırıdır. Sınıflı toplumun kendisi diyalektik gelişmeye tabidir ve toplumsal gelişmenin bir parçasıdır. Bu bakış açısının genelleştirilmesi doğal olarak hem genelleşmiş hem de materyalist diyalektiği doğurur. Şunu da belirtelim ki son dönemde burjuva bilimcileri de diyalektiğe yönelmeye başladı.

Hegel diyalektiği Almanya'da çeşitli biçimlerde canlandırıldı. Fransa' da filozof Bergson kendine özel bir diyalektik şekli geliştirdi. Ancak, diyalektiğin son yıllarda ortaya çıkan bu burjuva biçimi büsbütün idealisttir veya Bergson'un diyalektiği gibi hem idealisttir hem de diyalektiğin ilk aşamasına, yani Herakleitos'un bakış açısına döner…  Diyalektiği doğada, tarihte ve düşüncedeki genel ilişkilerin bilimi olarak tarif edebiliriz. Diyalektiğin karşıtı, şeylerin yalıtılmış halde izlenmesi ve sabit kabul edilmesidir.

Buna karşın diyalektik her şeyi en genel ilişkileri içinde, karşılıklı bağımlılık ilişkilerini izleyerek, sabit değil gelişen şeyler olarak ele alır. Şu soru sorulabilir: Diyalektiğin bu gizemli bilimini nasıl öğrendik? Bu bilgeliği nereden alıyoruz?

Diyalektiğin türetildiği üç kaynak vardır.

-Birinci kaynak doğadır, doğal süreçlerin gözlenmesidir. Zaten Herakleitos ilk başta diyalektik düşüncesine böyle ulaşmıştı.

-İkinci kaynak insanlık tarihinin incelenmesi, tarihsel dönemlerde, üretim tarzında, toplum biçimlerinde ve bunlarla ilişkili olan toplumsal düşüncelerde meydana gelen değişikliklerin izlenmesidir.

-Üçüncü kaynaksa insan düşüncesinin kendisinin incelenmesidir…

Bu noktada bir soru daha gelir: Aklımızla bulduğumuz diyalektik düşünce kanunlarının, gerçekliğin kanunlarıyla, yani doğadaki, tarihteki değişim kanunlarıyla örtüşmesinin garantisi nedir?

Ama nihayetinde bu pek de olağandışı bir şey değil, ne de olsa insan doğanın bir parçasıdır. İnsan düşüncesi son tahlilde doğal bir süreçtir, doğadaki herhangi bir süreçle aynı türdendir:

İnsan düşüncesinin doğa ve tarih kanunlarıyla özdeşleşmesi bu nedenle olağandışı değildir. Hatta bunun tersinin kavranılamaz ve olağanüstü olduğu bile söylenebilir.

Diyalektiği kısa bir yazı içinde tüm ayrıntılarıyla açıklamak mümkün değil elbette. Ama hiç değilse diyalektiğin temel yasalarına değinebiliriz. Bunları açıklamak için birkaç örnek verelim ve ayrıca diyalektiğin temel kanunları arasındaki iç bağlantılara değinelim.. Bu konular biraz zor görünse de bunları tam olarak anlamanın ancak tekrar tekrar çalışmakla mümkün olduğunu unutmamalı. Ama diğer yanda bunların kavranılmaz sırlar olmadığını, nihayetinde herkesin bunları kavrayabilir. Ne de olsa diyalektiğin kanıtı herkesin gündelik deneyiminde ve zihninde bulunur. İşte bu noktada da insan düşüncesi şu ya da bu zihne göre farklılık göstermez…

***

Diyalektiğin en genel ve en kapsamlı temel kanunu KARŞITLARIN BİRLİĞİ  kanunudur. Bu kanunun iki anlamı vardır.

-Birincisi, tüm şeyler, tüm süreçler, tüm kavramlar son tahlilde tek bir mutlak birlikte bir araya gelirler, yani nihayetinde tek bir birlik oluşturmayan karşıtlık yoktur.

-İkinci ve bir o kadar doğru anlamı da tüm şeylerin, özdeş oldukları kadar mutlak biçimde farklı ve tümden veya sınırsız biçimde karşıt olmalarıdır… Bu kanuna karşıtların kutupsal birliği kanunu da denilmektedir. Bu kanun her şey, her olgu ve bir bütün olarak dünya için geçerlidir.

Yalnızca düşünceyi ve yöntemi ele alırsak şöyle de ifade edilebilir: İnsan zihni en keskin çelişkileri ve karşıtlıkları bile birliğe kavuşturma konusunda sonsuz bir yeteneğe sahiptir, öte yandan şeyleri sonsuz derecede farklılaştırabilir ve tahlil ederek karşıtlarına ayrıştırabilir. Bu sınırsız birlik ve farklılık gerçekte var olduğu için insan zihni, şeylerin sınırsız birliğini ve sınırsız farklılığını tesis edebilir. Bu evrensel kanunu birkaç örnekle açıklamak mümkün…

Gece ve gündüz örneğini alalım, on iki saatlik gündüz ve on iki saatlik gece vardır, aydınlık ve karanlık zamanı vardır. Gece ve gündüz karşıtlıktır, birbirini dışlarlar. Ancak bu dışlama geceyle gündüzün yirmi dört saatlik bir günün parçası olmasını engellemez. Bu nedenle gece ve gündüz karşıtlığı yirmi dört saatlik gün kavramında ortadan kaldırılır.

Başka bir karşıtlığı ele alalım: yani erkek ve dişi.  Erkek ve dişi birbirine karşıttır. Ancak, bu durum erkek ve dişinin birlik olmasını, genel insan kavramı çeşidi olmalarını engellemez. İkisi de insan çeşidi oldukları için tamamen aynıdırlar.

Başka karşıtlıklara bakalım: Doğadaki karşıtlıklardan biri de hareket ve hareketsizliktir. Normal düşünce hareketsizlik ve hareket süreçlerini mutlak bir biçimde birbirinden ayırır. Hareketsiz olan hareketsizdir ve hareketli olan hareketlidir… Fizikçi hareketsizliği hareketin bir başka çeşidi olarak ele alır, keza hareketi de hareketsizliğin farklı bir çeşidi olarak görür. Her hareketi hareketsizliğin bir çeşidi olarak görebilir.

Mutlakmış gibi görünen bir başka karşıtlığı alalım: Doğa ile sanat hep birbirine karşıt görülür. Doğanın yarattıklarına karşılık sanat insanın yaratısıdır. Ama nihayetinde sanat da bir parça doğadır, çünkü sanat eserini üreten insan nihayetinde doğanın bir parçasıdır. Bu örnekler sonsuza dek çoğaltılabilir ve varılan sonuçlar da bu basit örneklerin gösterdiğinden daha öteye gider. Ama konuyu mümkün olduğunca iyi anlayabilmek için bu örneklemeleri yapmak gerekiyor.

Olağan koşullar altında, doğrudan algılanan basit şeyler söz konusuysa, güçlü sosyal çıkarlar yoksa, karşıtların birliği anlayışı pek zorlukla karşılaşmayacaktır. Bu anlayışla ilgili engeller, toplumsal çıkarlara ters düştüğü ya da artık doğrudan algılanabilen fikir veya kavramların değil, duyusal algılamadan çok uzak genel kavramların söz konusu olduğu yerlerde başlar. Bu konuda da birkaç örnek verelim… Bugün, sosyal açıdan birbirine en zıt bireyler olan köle ile köle sahibinin ikisinin de insan olduğunu kabul etmek bizim için çok kolay. Oysa antik dönemde bir Yunanlıya, hatta en akıllı Yunanlıya köle ile köle sahibinin insan sıfatı taşımak bakımından aynı olduğunu söyleseydiniz, hiçbir koşulda aynı olduklarını kabul etmez, tamamen birbirlerine karşıt oldukları ve aynı olamayacakları yönünde cevap verirdi. Ya da modern bir ilişkiyi ele alalım: kapitalist ile proleter, işletmeci ile işçi. Kapitalistle proleterin birbirine karşıt olduğu her burjuva için verili bir bilgidir. Hatta bu karşıtlığın her zaman var olduğunu ve her zaman var olmaya devam edeceğini, asla aşılamayacağını iddia edecektir. Ama bu karşıtlığın tarihsel, geçici bir karşıtlık olduğunu kabul edebilmek için devrimci işçi sınıfının bakış açısına sahip olmak gerek.

Daha tanıdık bir örnek verelim, demin erkek ve kadından söz ettik. Herkes erkekle kadının doğa bilimsel açıdan aynı türün üyeleri olduğunu, erkekle kadının türdeş, aynı şekilde insan olduklarını kabul edecektir. Ama toplumsal alana geçer geçmez çelişkiler ortaya çıkacaktır. Erkek gibi kadının da aynı insan haklarına sahip olduğunu kavramak ve uygulamak için bir dizi çok büyük tarihsel devrime ihtiyaç duyuldu ve birçok doğu ülkesinde erkekle kadın arasındaki eşitliğin henüz uygulamada kabullenilmediğini ayrıca belirtmeye de gerek yok. Bu konularda diyalektik olarak düşünmeyi öğrenmemiş olan ve kendi çıkarlarının peşinde olan biri bu karşıtlıkların mutlak olduğunu iddia etmeyi sürdürecektir; yalnızca diyalektik bir eğitim almış olan kişi karşıtların birliğini kabul edecektir. Elbette ki bu sadece diyalektik eğitimine bağlı değildir, bireyin sınıfsal, toplumsal bakış açısına da bağlıdır. 

Bu alana ait başka bir soru daha soralım. Amerika Birleşik Devletleri'nde beyazlar ile siyahlar arasında, Avrupa'da ise daha yüksek bir sınıfı temsil ettiği iddia edilen Avrupalı ile koyu tenli, siyah, sarı gibi ırklar arasında toplumsal konularda ayrımcılık yapıldığı biliniyor.

Teoride ve pratikte bu karşıtlıkların mutlak olmadığını, tersine beyaz, siyah ve sarı tenli insanların genel anlamda insanlık kavramında birleştiklerini kabul etmek için yalnızca diyalektik eğitimi görmüş bir kafa yetmez, belli bir sınıfsal bakış açısı da gereklidir. Ama eğitilmemiş zihin genel kavramlar konusunda başka zorluklarla karşılaşır; hatta bu kavramlar ne kadar soyut, müphem ve duyusal algılama veya varsayım gücünden yoksunsa zorluklar o kadar artar.

Gece ile gündüzün yirmi dört saatlik günün türdeş parçaları olduğunu anlamak kolaydır, ancak doğru ve yanlış gibi karşıtlıkları kabul etmek daha zordur; en genel, en kapsamlı ve aynı zamanda da en içerikten yoksun olan varlık ve yokluk kavramlarıyla baş etmek daha da zordur. Sıradan insan şöyle diyecektir: Varlık ve yokluk gibi mutlak karşıtlıklar nasıl birleştirilebilir? Bir şey ya vardır ya da yoktur; arada bir köprü, ortak bir özellik olamaz.

Herakleitos varlık ve yokluk kavramlarının değişen her şeyde nasıl iç içe geçtiğini, aynı anda ve aynı şekilde bulunduğunu açıklamıştı. Gelişen bir şey hem kendisidir hem de kendisi değildir. Örneğin gelişen ve erkek olmaya doğru ilerleyen bir çocuk hem bir çocuktur hem de değildir. Erkeğe dönüşürken çocuk olmayı bırakır. Ama henüz erkek değildir, çünkü gelişmesini tamamlamamıştır. Varlık ve yokluk kavramları oluş kavramı tarafından kapsanır. Bu kavram dahilinde iç içe geçerler.  Bir cisim hareket ederken hem bir yerdedir ve hem de o yerde değildir…

Olağan düşünme biçiminin en çok tökezlediği bir üçüncü karşıtlığı, maddi ile zihinsel, madde ile düşünce veya madde ile bilinç arasındaki karşıtlığı ele alalım. Sıradan, eğitilmemiş zihin bu karşıtlıklar arasında ortak bir özellik bulunmadığına inanır. Maddi olan zihinsel değildir, o kadar. Bu karşıtların nasıl bir olduğunu, düşünmenin, yani zihinsel olanın nasıl bir maddi etkinlik olduğunu, yani maddi olana bağlı olduğunu kavrayamaz.

Şimdiyse madalyonun diğer tarafına bakalım. Karşıtların birliği ilkesinin başka bir yönü daha vardır. İlk önce aralarında özdeşlik olmayan, birleştirilemeyen karşıtlıkların var olmadığını söylemiştik. Şimdi de aynı anda şunu iddia ediyoruz: Aralarında farklar ve karşıtlıklar olmayan iki aynı şey yoktur. Ya da başka bir ifadeyle: Şeylerin karşıtlığı, özdeşliği kadar sınırsızdır. Bunu biraz daha anlaşılır kılabilmek için felsefe tarihinden küçük bir anekdot sunalım... 17. yüzyılın sonu ve 18. yüzyılın ilk yarısında yaşayan Alman filozof Leibniz farklı olmayan iki şeyin olmadığı ilkesini ortaya atar. Bir gün saraylılarda dolaşmaya çıkar. Söz bu ilkeye gelir ve birisi yolun üzerindeki bir ağaçta iki aynı yaprağın olup olmadığını kontrol etme fikrini ortaya atar. Saraylı hanımefendiler ve beyefendiler işe girişirler ama elbette birbirinin tastamam aynı iki yaprak bulamazlar. Demek ki gerek şeylerin gerekse aklın doğasında birbirinden farklı olmayan iki şey yoktur. Aynı şeyi iki yağmur damlası için de söyleyebilirsiniz. Asla biri diğeriyle mutlak bir biçimde aynı olmayacaktır. Ya da maddenin en küçük bileşenlerini ele alalım: Bir atom sisteminin iki elektronu asla mutlak biçimde aynı olmayacaktır. Her ne kadar bugün bir elektronun tekil özellikleri hakkında bilgimiz olmasa da (atomlarda ve moleküllerde en azından türe özgü farklar belirleyebiliyoruz) bunu güvenle iddia edebiliriz. Bu iddia, şeylerin özdeşliğinin ve farklılığının sınırsız olduğu yolundaki, karşıtların birliği ilkesine dayanır. Aklın şeyleri sonsuzca özdeşleştirme, farklılıklarını belirleme ve mukayese etme kapasitesi, şeylerin doğadaki sonsuz özdeşliğine ve farklılığına tekabül eder. İşte öncelikli olan budur.

Varlık ve yokluk, madde ve düşünce gibi en genel kavramları kıyasladığımızda da aynı sonuca ulaşırız. Varlık ve yokluk oluş içinde aynı anda bulunur. Oluşun ancak özdeş bileşenleri vardır. Ancak bu durum varlık ve yokluğun aynı anda karşıt olmalarına, farklı olmalarına engel değildir.

Bu karşıtların birliği ilkesi büyük olasılıkla size yeni bir şey, daha önce aklınıza gelmeyen bir şey gibi görünecektir. Ama daha yakından baktığınızda bu ilkenin kapsamadığı tek bir anlamlı cümle dahi kurulamadığı görülecektir. Özne ile yüklemin aynı olduğu, anlam içermeyen " bir aslan bir aslandır" gibi önermeleri bir kenara bırakırsak yukarıda sözünü ettiğimiz ilke her yerde geçerlidir. Sıradan bir önermeyi ele alalım: "Aslan bir yırtıcı hayvandır." Bir şey A -aslan- bir şey B ile özdeşleştirilir. Ama aynı zamanda A, B'den ayrılır. Aslan bir yırtıcı hayvandır; burada yırtıcı hayvan türleriyle özdeşleştirilir. Ama aynı anda onlardan da farklılaştırılır. Şu formülle ifade edilemeyecek bir cümle oluşturamazsınız: A = B. Anlamı olan tüm cümleler karşıtların birliği kanununa uyar. Her anlamlı cümlede bulunan ve özne ile yüklemin özdeşleştirilmesi, farklılaştırılması ve kıyaslanmasını içeren bu karşıtlık, " beyaz bir atın" bir at olup olmadığı gibi konularda tartışan "sofistler" tarafından da görülmüştü…

Şimdi de şu soruyu soruyoruz: Diyalektiğin bu temel kanununun kaynağı nedir?

Cevabı da şu: 

Bir kere, bu kanun deneyimden kaynaklanan bir genellemedir. Gündelik hayatta ve bilimde sürekli şeylerin özdeşliklerini ve farklılıklarını araştırırız ve deneyim şeylerin özdeşlikleriyle farklılıklarının keşfedilmesinde kesin, sabit sınırların olmadığını göstermiştir. Sınırlar varsa da bunlar hareketli, göreli, geçici sınırlardır ve sürekli ihlal edilir, yeniden konulur, tekrar ihlal edilir.

İkincisi, karşıtların birliği kanunu bizzat düşüncenin incelenmesiyle bulunabilir. Hem düşüncenin hem de doğanın kanunudur. Düşüncede geçerli olduğu haliyle bu kanun bilincin temelinde mevcuttur ve bu temeli teşkil eden de evrenin, varlığın bir parçası olduğumu bilmem, ama diğer yandan da dış dünyadan, diğer şeylerden farklı olduğumu bilmemdir. Düşüncenin temel yapısı karşıtların kutupsal birliğinden oluşur, tüm diğer düşünce kanunları buradan türemiştir, diğer yandan da bu karşıtların kutupsal birliği tüm diğer şeylerin doğasına tekabül eder…

Devamı var: Önümüzdeki sayıda diyalektik kanunlara devam edeceğiz.